Ahmet Koçak Yazdı; LİBYA ÇÖL SICAĞINDAN SİBİRYA SOĞUĞUNA BİR MÜHENDİS YETİŞİYOR…

Ahmet Koçak Yazdı; LİBYA ÇÖL SICAĞINDAN SİBİRYA SOĞUĞUNA BİR MÜHENDİS YETİŞİYOR…

Köşe yazarımız Ahmet Koçak’tan harika bir yazı. Koçak;

Cüneyt Gültekin, oğlumun Yıldırım-Mücelleddin Mahallesi’nden arkadaşıdır. Oğlum Hakan Bursa Anadolu Lisesi’nde okurken o da Ulubatlı Hasan Anadolu Lisesi’nde okuyordu. Her ikisi de başarılı çocuklardı ve ikisi de mühendis oldu. Halen arkadaşlıkları devam eder.

Libya ve Rusya’da çalışan Cüneyt’i aradım yurtdışı şantiyelerde yaşadıklarını anlatmasını istedim. Sağ olsun beni kırmadı Kaplıkaya’da bir kafeteryada buluştuk. O anlattı ben dinledim ve yazdım.

Söyleşiye başlamadan önce Cüneyt’e lisede okurken yaptığım bir şakayı yazayım: Yirmi yıl önce Yeşilyayla Mahallesi’nde bahçeli bir eve kiracı olarak taşınmıştım geçici bir süreliğine. Cüneyt arkadaşını ziyaret için bize gelmiş; bitişik bahçede komşum olan kırklı yaşlarında, evlenmemiş Yusuf’la karşılaşmışlar. Yusuf, bol sigara içer, sonuçsuz, yarım tümcelerden oluşan, dağınık sözlerle konuşur, uzun uzun konuşmayı severdi. Dinleyen birini buldu mu da susmak nedir bilmezdi. Cüneyt’e hoş geliş edip başlamış konuşmaya: “Şimdi Cüneyt, sen bilmezsin biz eskiden. Ben hep Maltepe içerim. Biliyorsun bu zıkkım. Geçen belediye otobüsünde biri ile karşılaştım. Karşıdaki sitede bir adam da var. Neyse boş ver adını şimdi. Bu gün de hava ne kadar. Marketlerde her şey de baya pahalı…” şeklinde devam eden konuşmasına başlamış. Yusuf’un konuşması; konuşma metni zihninde düzgün bir şekilde hazırlanmış da biri bir tekme vurup dağıtarak diline göndermiş gibidir.  Çocuklar onu dinlerken anlam çıkarmaya uğraşmış bir türlü çıkaramamışlar. Önceden onu çok dinleyen Hakan, Cüneyt’in Yusuf’u dinlerken soru ve hayret dolu bakışlarını görünce “pıhh!” diye gülmüş. Ayıp olur diye gülmesini tutmuş. Yusuf’u dinleyen Cüneyt de Hakan’ın başlattığı gülüşten cesaretle “pıh”lamış. Onun güldüğünü gören Hakan kendini tutamayıp kahkaha atmış. Gülüşünü durduramayınca kaçıp eve girmiş. Yusuf’un karşısında tek başına savunmasız kalan Cüneyt, dikkatle dinliyormuş numarası yaparak anlamsız konuşmayı bir süre daha dinlemeye devam etmiş. Sonunda o da kendisini tutamayıp basmış kahkahayı. Gülmesine engel olamayınca o da eve kaçmış. Yusuf ortada bir başına kalakalmış. Gençlerin gülmelerine bir anlam verememiş.

Bahçeye çıktığım zamanlarda komşu Yusuf konuşur, ben dinlerdim. İlk dinlediğimde meseleyi anladığımdan dinlermiş gibi yapar, arada; “ya demek öyle, vay be, hım” diyerek durumu idare ederdim. Gençler durumu idare edememiş, bu feci durum yaşanmıştı.

Eve geldiğimde Hakan, Yusuf amcalarına gülüp Cüneyt’le yanından kaçtıklarını, çok ayıp ettiklerini anlattı. Ertesi gün telefonla Cüneyt’i arayıp şaka yapmak istedim;

Cüneyt, dün Yusuf amcana gülmüşsün doğru mu?”

“Doğru. Güldük. Konuştuklarından bir şey anlamayınca komiğimize gitti. Siz, onun dediklerinden bir şey anlıyor musunuz?”

Hayır, ben de anlamıyorum ama sizin gibi gülüp yanından kaçmıyorum. Gülmeniz nelere sebep oldu biliyor musun Cüneyt?”

“Ne oldu ki?”

Senin gülmeni onuruna yediremeyen Yusuf amcanız intihar etmiş dün!” Uzunca bir süre sessizliğin ardından:

“Nee? O kadar mı üzülmüş?”

Evet, maalesef üzücü bir olaya yol açmışsınız.”

“Çok üzüldüm Ahmet amca. Keşke gülmeseydik. Ölmüş mü?”

Hayır ölmemiş. Ben sana şaka yaptım Cüneyt. İntihar falan etmedi. Korkma. Yusuf amcanız bugün yine formundaydı. Beni bahçede yakaladı. İki saat onu dinlermiş gibi yaptım. Çok yoruldum.

Cüneyt, Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Staj yaptığı, elektrik malzemeleri pazarlayan şirket onu işe almak istemiş. Bu şirket hayal ettiği olanakları sağlamadığı için işi kabul etmemiş.

İstanbul’a ilk gittiğinde sevemediği şehri sonradan çok sevmiş. Bursa gibi küçük bir kentte nasıl yaşadığına şaşırmış. İstanbul’da iş bulup çalışmayı düşünmüş bir süre iş bulamamış. Saç baş dağınık, bolca yatarak geçirmiş günlerini. Yine saç sakal, moral dağınık bir haldeyken bir arkadaşı telefon etmiş; falan şirkete git seninle iş görüşmesi yapacaklar, deyince hemen kendisine çeki düzen verip görüşmeye gitmiş.

MÜHENDİS CÜNEYT LİBYA/BİNGAZİ’DE İŞ BULUR…

Tanıdıkları aracılığıyla bulduğu birkaç şirketin mülakatına katılmış. Bazı şirket yetkilileri İngilizce mülakat bile yapmışlar.  İyi derecede İngilizcesi olduğu için zorlanmadan soruları yanıtlamış. Zorlu sınav maratonlarının ardından birçok ülkede şantiyeleri olan büyük bir şirketin Libya’daki şantiyesine gitmeyi kabul etmiş. Aylık iki bin dolara anlaşmışlar.

Şirket uçak biletini almış. Atatürk Havaalanı’na onu yolcu etmek için gelen arkadaşlarıyla gitmişler. İlk kez uçak yolculuğu yapmanın heyecanı içindedir. Otobüs gibi kalkıştan beş, on dakika önce kapıdan girerse uçağa bineceğini zannetmiş. Arkadaşlarıyla muhabbete devam etmiş. Uçağının kalkmasına on dakika kala Bingazi peronuna gitmiş. Kapı kapanmıştır. Bir türlü kapıyı açtıramaz ve uçağı kaçırır. Bileti yanar.

Şirkete gider durumu izah eder. Kızarlar. Bir hafta sonraki uçaktan tekrar bilet alırlar.  Bu sefer Bingazi bölümüne çok erken gider. Orada beklerken ellili yaşlarda bir adamla karşılaşır. Kendisi gibi elektrik mühendisi olan adam, Cüneyt’e kendisinin büyük bir şirketi olduğunu söyler. Yanında çalışmasını önerir; İyi bir maaş vereceğini, uçağa binmemesini söyler. Cüneyt ikinci uçağı kaçırmak istemez.  Adam adını söyler. Kartını almaya fırsat kalmadan adamın uçağı kalkar.

Bingazi Havaalanı’na indiğinde yüzüne vuran sıcak hava ile ilk şokunu yaşar. İkinci şoku polislerin davranışları yaşatır. Polisler yolculardan Libyalı olanları öne, yabancıları arkaya atmak için yolculara bağırır, iter, kakar, kollarından tutup çekiştirirler. Manzarayı görünce bu ülkenin ciddiyetsiz, bir kabile devleti olduğunu düşünür. Apronda iken şirket görevlisi yanında getirdiği Libyalı biri ile adlarını çağırır. Gümrükten işlemleri yapılmadan geçerler ve giriş mühürlerini Libyalı kişi vurdurur pasaportlarına. Karşılayanların bu bölüme girmiş olmaları lakaytlığı iyice göz önüne serer.  Bu ülkeye her şeyin kolayca sokulabileceğini düşünür.

Yaşadığı şoklarla şantiyeye gelirler uçakta tanıştığı iki mühendis arkadaşıyla. Cüneyt için bir konteynır tahsis edilmiştir. İnternete ilk girişinde hava alanında kendisine iş teklif eden adamı, şirketini araştırır. Adam doğru söylemiştir. Milyar dolarlık işler yaptığını görür. Konteynırın tavanında beş santimle başlayıp gittikçe azalan uzun bir açıklık gözüne çarpar ve zehirli böceklerin girmesinden korkar, ilgili şefe şikâyetini iletir. Şef:

Şantiyeci adam böyle ufak tefek şeyleri dert etmez.” der.

Yemeklerden şikâyet eder;

Şantiyeci adam ne bulursa yer” der.   Diz üstü bilgisayarı için bir çalışma masası ister;

Şantiyeci adam bir masa kenarı bulur işini yapar” der ve onu başından savar. Uzun süredir sıcak iklimde yaşayan şef, ülkeye uyum sağlamış, hiçbir şeyi umursamaz hale gelmiştir. Sorunları kendisinin çözmesi gerektiğini anlar.

İlk hafta personel şefi pasaportlarını alır. Cüneyt istediğinde vermez; “sık sık lazım oluyor pasaportlar. Zaten kilitli kasada tutuyorum merak etme” yanıtını alır.

Bir sabah uyandığında yüzünde, saçlarında bir santim toz olduğunu görür. Gözlerini ovup aynaya bakar ki toprak adama dönmüştür. Odasının içinde her şey toz içinde kalmış, kapağı açık haldeki bilgisayarı bile tozdan görünmez hale gelmiştir. Geceden kum fırtınası çıkmış, açıklıktan içeri toz girmiş; odasını, asılı giysilerini ve kendisini toz içinde bırakmıştır. Derin uykusunda sabaha kadar tozlar arasında giren kıt oksijenle uyumuştur.

O gün odası, giysileri, bilgisayarı temizlenir, konteynırın tavanındaki açıklık kapatılır. Şef, “Şantiyeci adam toz içinde de yaşar” dememiştir bu kez. Sonradan kendilerine daha iyi koşullarda yaşayacakları bir düzen kurar, çalışmaya başlarlar.

AHMET KOÇAK:Cüneyt, nasıl bir iş yapıyordunuz Bingazi’de?”

CÜNEYT GÜLTEKİN: “Bingazi içinden başlayıp, kent sınırlarını kilometrelerce aşan büyük bir üniversiteye yeni binalar yapıyorduk. Kentin dış mahallesinde, etrafı çevrili bir şantiyemiz vardı. Türkiye’den gelmiş yüzlerce mühendisin yönetiminde Türkiye ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden gelmiş binlerce işçiyle çalışıyorduk. Bir süre sonra bana bir araba ve şoför verdiler. Şantiyeye giderken arkadaşlarıyla konuşan, her durumda şık ve temiz giyinen Nijeryalı şoförümü her çağırdığımda; “sen git ben gelirim boss (patron)” der, gelmez, beni o sıcakta bekletirdi. Sıcak iklim herkesi bezginliğe sürüklüyordu. Onda da lakaytlık ve bezginlik vardı.

A.K. :Maaşlarınız ödeniyor muydu?”

C.G. : “Maaşlarınız, Türkiye’de açtığınız hesaplara yatırılıyor” demişlerdi. Orada harcamamız için Libya parasıyla harçlık verirlerdi. Gereksinimlerimiz şantiyede karşılandığı için pek paraya ihtiyacımız olmuyordu. Her şey çok çok ucuzdu.  Verdikleri harçlıklarla gezer, tozar, cips, çikolata falan alır yerdik. Sevinçli haberim var size Ahmet amca. Söyleşimizin sonunda söyleyeyim isterseniz.”

A.K. :Sen nasıl istersen Cüneyt.

VE LİBYA’DA İÇ SAVAŞ BAŞLAR!..

(Birer çay daha getirdi ve yerine oturdu Cüneyt.)

A.K. :Libya’da sosyal yaşantı nasıldı Cüneyt?”

C.G. : “İzinli olduğumuz günleri kent merkezinde geçirirdik. Lokantalarda aile yerleri ve erekler için ayrılmış bölümler vardı. Kadın erkek karışık ortamlar yoktu. Kadınların çoğunun başları kapalıydı. Yüz kadından onunun ancak başı açıktı. Sanıyorum kapalı giyinmek zorunlu değildi.”

A.K. :Anladığım; şantiyede işler yoluna girmiş. Sosyal mekânlara da gitmeye başlamışsınız. Kız arkadaş edinenler oluyor muydu?”

C.G. : “Hiç olmuyordu. Kadınlarla konuşmak, karşılaşmak çok zordu. Bizim bölümde erkek ismi olan bir kadın mimar vardı. Onunla da saçak altı bir lamba yerinden dolayı tartışmıştım.”

A.K. : Devam et lütfen tek bir şirket mi üstlenmişti inşaatı?”

C.G. : “Türk şirketi üstlenmişti. Kaddafi’nin oğluna ait şirketin de levhası asılıydı. Onların çalışanı yoktu. Hiç çalışmadan para alıyorlardı sanıyorum. Şirkette bizimle çalışan Kanadalı, İngiliz çok sayıda mühendis vardı.”

A.K. :Ben Suudi Arabistan’da çalıştım biliyorsun Cüneyt. Orada kefil edinmeden iş yapamaz yabancılar. Büyük şirket de olsa mutlaka bir Suud vatandaşının kefaleti altına girmesi gerekir. Kefil sahip sayılır, ondan izinsiz hiçbir şey yapamazdı çalışan. Kefil isterse çalışanın tüm parasına el koyabilirdi. Orada da aynı durum olabilir. Kaddafi’nin oğlu kefil olarak ortaklık kurmuş, çalışmadan para alıyor olabilir.”

C.G. : “Olabilir. Bilemiyorum.”

A.K. :İç savaşa gelelim istersen.”

C.G. : “Evet gelelim. Verilen görevleri yapmaya devam ediyorduk. Yedi aydır çalışıyordum. Bir iznimizde yetkililer: “Gösteriler oluyor çarşıya gitmeyin” dediler. O zaman ciddi bir problem olduğunu anladık. Ertesi gün büyük patlamalar oldu, yakınlardan silah sesleri gelmeye başladı. İç savaş başlamıştı. Bu kadar çabuk başlamasına çok şaşırmıştım.

Şimdilik şantiye içinde güvendeydik. Yakındaki birkaç şantiyeyi basan isyancılar şantiyeleri yağmalamışlar diye duyduk. Çok tedirgindik. Korkuyorduk. Pasaportlarımız Trablus’taydı. Trablus Kaddafi yönetimindeydi. Şantiyedeki müdürler Bingazi Başkonsolosluğu ile temasa geçmişlerdi. Türkiye uçak gönderecekmiş, konsolosluğun vereceği seyahat kartlarıyla uçağa binebilecekmişiz. Proje müdürü bizi topladı konuşma yaptı. Şantiyeden çıkmamamızı söyledi; “konsolosluk seyahat kartlarını yetiştiremiyormuş. Kartların yazılması için gönüllü var mı içinizde?” diye sorunca ben ve iki mühendis gönüllü olduk. Bana ne olduysa böyle işlerde hiç gönüllü olmazken el kaldırmıştım. Bizi bir minibüsle konsolosluğa ulaştıracaklardı. Bingazi’yi iyi bilen Afrikalı bir şoför ayarladılar. Şoför bizi şehir dışından, ıssız yollardan götürdü.

Kaddafi’ye bağlı polisler de isyancıların tarafına geçmiş, Bingazi isyancıların eline geçmişti. Sadece havaalanı Kaddafi taraftarlarının elindeymiş, diye duyumlar geliyordu. Telefonlar, internet çekmez oldu. Dünya ile bağlantımız kesilmişti.

Konsolosluğa hiçbir sorunla karşılaşmadan gittik. Şoförü içeri almadılar.  Uzunca bir liste verdiler. Bir torba içinde arkasında adlar yazılı olan binlerce fotoğrafı da teslim ettiler. Biz torbadan bir fotoğraf alıp listede adını buluyor, kartları yazıyorduk. Çok yavaş ilerleyebiliyorduk. Bugün bitirmeyeceğimizi anladık. Dışarıdan gelen çatışma sesleri, bomba sesleri arasında, stres içinde çalışıyorduk. Kaddafi, “akşam saat altıdan sonra sokağa çıkanları vurun” emiri vermişti. Bizim altıya kadar işi bitirmemiz mümkün değildi. Hemen kendi kartlarımızı hazırladık cebimize koyduk. Saat beş oldu. Şoför ikide bir kapıyı vurup duruyordu. Sonra da sevdiğimiz arkadaşların kartlarını doldurmaya başladık.

Saat beş buçuk oldu. Şoför kapıyı yumruklamaya devam ediyordu. Yola çıkmak için dış kapıya doğru yürürken hemen yakınımızda büyük bir patlama oldu. Ardından makinalı tüfek sesleri geldi. Hemen duvarın kenarına uzandık. Üzerimize patlamadan sıçrayan toz, toprak geldi. “Eyvah! Şoförü öldürdüler!” diye düşündük. Dış kapıyı açtığımızda, korkudan gözleri yerinden fırlamış şoförle karşılaştık. Hemen minibüse bindik. Araç hareket etti. Yine şehrin dışından gidecektik. Yakın çevreden bomba ve silah sesleri geliyordu. Aksiyon filmi içindeymiş gibiydik. Hiçbir sorunla karşılaşmadan şehir dışına çıktık. Toprak yoldan hava alanına doğru giderken ilerde bir grup isyancıların yolu kestiğini gördük. Şoför korkudan titremeye, paniklemeye başlayınca onun korkusu bize de geçti. Havaya ateş ederek aracı durdurdular. Şoför bizim Türk mühendisler olduğumuzu söyleyince bize yol verdiler.

Şantiyede olan çalışanların tamamı (Afrika kökenli çalışanlar hariç) hava alanına taşınmıştı. Hava alanına gidip kartları dağıttık. Bir uçak hazırda bekliyordu. Önce kadınlar ve çocuklar bindirildi uçağa. Bizim erkek isimli kadın mimarı uçağa almadılar. Uçak havalandı. Hepimiz bir an önce bu ülkeyi terk etmek için can atıyorduk. THY ait bir uçak daha göründü havada. Çok sevindik. Uçak, hava alanına inmeden tekrar yükselip gitti. Neden inmediğini bilemiyorduk. Çok yoruldum Ahmet amca çay içip dinleneyim mi biraz?”

A.K. :Tabii ki istersen bu günlük yeter Cüneyt. Söyleşimizin kalan bölümünü başka bir gün yapalım.”  Önerimi sevinçle karşıladı.

İÇ SAVAŞATAN KAÇIŞ!..

(İki gün sonra Kaplıkaya Cazibe Merkezi’nde tekrar buluştuk Cüneyt’le.)

A.K. :Merhaba Cüneyt dinlenebildin mi? Hazır mısın?

C.G. : “Evet Hazırım Ahmet amca. Nerede kalmıştık?”

A.K. :  “Havaalanında.”

C.G. : “Doğru. Binlerce kişi hava alanında beklemeye başladık. İki yıldır orada çalışan Ali adında bir arkadaşım vardı. Baktım Ali’nin iki cebinde yumruk büyüklüğünde kabartı var. Ceplerinde ne olduğunu sordum. Cebini hafif aralayarak gösterdi yüz dolarlık destelerdi cebindekiler. “Oğlum çok tehlikelidir bu yaptığın yüz dolar için adam boğazlıyorlar. Sen nereden aldın bu kadar parayı?” diye sordum. Birikmiş parası varmış. Yakın bir köyden bir arkadaş edinmiş. Arkadaşının ailesi kurbandan önce dana alır besler, bayramda satarmış. Birikmiş parasını onlara vermiş. Kendisi için de hayvan beslemelerini, satınca kârı bölüşmeyi önermiş. Onlar da kabul etmişler. İç savaştan bir hafta önce parasını almış. Ertesi gün bankalar çalışmaz olunca Türkiye’ye gönderememiş. Bir haftadır cebinde para ile dolaşıyormuş.

Başkonsolosun eşi de hava alanındaydı. Soyadı Davutoğlu’ydu sanıyorum. O kadın konsoloslukla haberleşmeyi sağlıyor, tahliyemiz için çalışıyordu. Sonradan Afrika ülkeleriyle ilgili çalışmalara devam ettiğini okudum basından.

Ertesi gün Hava alanında peş peşe büyük patlamalar duyduk hemen yere yattık.  Sesler kesilince Ali’yle valizlerin aktığı konveyörün karanlık odasına girdik. Bomba atarlarsa korunacaktık. Karanlık ve daha da sıcak olan o delikte kaç saat geçirdik bilemiyorum.  Kaldığımız yerin kapıları büyük bir patlama ile açıldı. Yere düşen camların sesini duyunca yuvamızdan çıkıp baktık ki, sivil giyimli silahlı adamlar girmiş içeri. Tercüman da getirmişler. Başlarındaki adam masa üzerine çıkıp Arapça konuşmaya başladı. Tercüman da Türkçeye çeviriyordu konuşmasını. Diyormuş ki: “Biz muhalifleriz. Korkmayın. Size bir şey yapmayacağız. Biz Türklerle kardeşiz. Sizi sağ salim ülkenize göndereceğiz. Bizim emirlerimize uyun!” Tabi bu konuşma bizi rahatlatmaya yetmedi.

A.K. :Baban Cüneyt Arkın’ı çok sevdiği için mi adını Cüneyt koymuş? Yeşil gözler ve gür saçlarınla benziyorsun da Cüneyt Arkın’a. Tabi biraz omuzlar dar ve zayıf bir Cüneyt Arkın.”

C.G. : “Ben üç dört yaşlarındayken babamı kaybettim. Bize ağabeyim sahip çıktı. Beni ve diğer kardeşlerimi okuttu. Abime minnettarım. Adımı abim koymuş. Bir futbolcu varmış o zamanlarda Cüneyt adında. Ondan dolayı adımı Cüneyt koymuş.”

A.K. :Cüneyt, iki gündür hava alanındasınız ne yiyip içtiniz?”

C.G. : “Yiyecek pek bir şey yoktu. Zaten de korku ve panikten dolayı canımız da bir şey istemiyordu. Muhalifler arada su, ekmek falan getirip ortaya atıyorlardı. Herkesin davranışları değişmişti. Yiyeceklere saldırıyorlar, kapış kapış ediyorlardı.  Ben ve Ali beyefendi insanlar olduğumuzdan hiçbir şey alamıyorduk. Önceden sakin ve efendi olan mühendis, mimar tanıdıklarımın kişiliklerinin değiştiğini, yağmacılara döndüklerini gözlemledim.

Bir gün sonra hepimizi sıraya dizdiler ve havaalanı içindeki büyük bir hangara götürdüler. Giderken pistlerin bombalanarak uçak inemeyecek hale getirildiğini gördüm. “Eyvah! Havaalanını kullanılmaz hale getirmişler. Biz nasıl gideceğiz?” diye geçirdim içimden. Yine su ve ekmek attılar ortalığa. Baktık açlıktan öleceğiz biz de saldırdık. Bir su ve bir parça ekmek alabildim. Bizi bir yerden bir yere götürürken sıraya dizmeyi düşünen isyancıların aklına sıraya sokup yiyecek dağıtmak gelmiyordu.

Ertesi gün yine sıraya soktular bizi. Güneşin kavurucu sıcağı altında uzun bir yürüyüş sonunda yüksek duvarlı bir binanın avlusuna doldurdular. Sıranın en önündeydim. İlerde bir grup silahlı isyancı gözüküyordu. Sıranın yarısı avluya girdiği sırada çocuk yaşta oldukları belli isyancılar havaya makinalı tüfeklerle ateş açtılar. Hepimiz yere yattık. Biraz sonra çocuk isyancıların kahkahalarla güldüklerini, bizimle dalga geçtiklerini anladık. Ne hallere düşmüştük!

Sonradan anladık ki isyancıların ileri gelenleriymiş bizi rehin alanlar. Kaddafi uçaklarıyla onları imha etmesin diye bizi siper olarak kullanıyorlarmış.

Altı gündür oradan oraya götürüldük. Aç, sefil, yorgun düşmüş vaziyetteydik hepimiz. Okul bahçesinde ortaya koliler attılar. Koliler tanıdıktı. Kızılay’ın ramazan kolileriydi. Birbirimizi ezerek kolileri parçaladık. Kolilerden bildiğimiz şeyler çıkıyordu; bir kiloluk Ayçiçek yağı, pakette kuru fasulye, mercimek, nohut, salça, bulgur, makarna, bisküvi vardı. Ben bir paket bisküvi kaptım. Ali de bir paket kuru fasulye alabilmiş. Bisküviyi bölüştük. Dişimizin kovuğuna yetmedi.

“Ali, niye aldın ki bu fasulyeyi? Ne işe yarayacak?” diye sordum.

“Cüneyt, ağzımızda bekletiriz yumuşayınca çiğner yutarız” dedi. Adamın cebi para doluydu ve biz açlıktan ölmek üzereydik. Paranın yenmediğini o zaman daha iyi anladım. Ağzımıza biraz fasulye attık yumuşamasını bekledik. Yumuşamıyordu bir türlü. Ali: “Cüneyt tek tek hap gibi yutalım” dedi, Yuttuk.

A.K. : “Cüneyt, fasulye yumuşatmak dedin de aklıma bir fıkra geldi. Anlatayım sen de biraz soluklan istersen. Bektaşi’nin biri ramazanda avurdu şiş bir şekilde çarşıda dolaşıyormuş senin Ali’nin cebi gibi.  Zaptiye yakalamış; “nedir ağzındaki? Yoksa sen oruç tutmuyor musun? Çıkar bakalım ağzındakini!”  demiş. Bektaşi çaresiz çıkarmış. Bakmışlar kocaman bir erik kurusu. “Niçin ağzına aldın bu eriği?” diye sorunca; “İftara kadar yumuşasın da iftarda yiyeceğim.” demiş. Güldüğüne göre Bektaşi fıkralarını seviyorsun. Bir tane daha anlatayım;

Oruç tutan Bektaşi pek fena susamış. Gürül gürül akan çeşmeyi görünce de dayanamayıp ağzını dayayıp kana kana çeşmeden su içmiş. Bu sırada oradan geçen komşusu seslenmiş:

“Aman erenler ne yaptın? Oruç gitti!”

Bektaşi, ağzının iki yanından süzülen sular bağrına doğru inerken yanıt vermiş:

“Oruç gitti ama fakire de can geldi.” demiş. Şimdi bu moralle devam edebilirsin Cüneyt. Tuvalet gereksiniminizi nasıl karşılıyordunuz?”

C.G. : “Zaten bir şey yemediğimizden ihtiyacımız fazla olmuyordu. Ufak su dökme işini de geceleri etrafta gideriyorduk.

Ertesi gün bizi yine sıraya sokup limana götürdüler. Limanda Bursa’dan İstanbul’a giderken bindiğim Orhangazi feribotunu görünce çok mutlu oldum. Kurtulacağımızı anladım.

Feribotla birlikte savaş gemisi ve yeterli sayıda komando da gelmişti. Biz bilmiyorduk ama İsyancılarla sıkı pazarlıklar yapılmış, uzun süre anlaşamamışlar. Bizi limanda çok bekletmelerinin nedeni buymuş. Bizim askerler operasyon yaparak rehineleri (yani bizi) kurtaracaklarını söyleyince korkmuşlar bizi öyle teslim etmişler. İki feribot gelmişti. Tüm Libya’da çalışan Türkler oraya getirilmişti. Mahşeri bir kalabalık vardı limanda. Feribota bindik. Beş bin kişi birine, beş bin de diğerine toplam on bin kişi dönüş yoluna geçtik. Çok açız. Susuzuz. Hiçbir yiyecek vermediler bize. Feribot açık denizdeyken ufak bir isyan çıktı. Açık denize uygun olmayan feribot sallanmaya başladı. Birer tane Eti Cici bebe dağıttılar. Yedik. Ben yaşamım boyunca öyle güzel bir şey yediğimi anımsamıyorum. Ne kadar aç kalmışsam artık gerisini siz düşünün. Eti Cici bebe isyanı bastırmaya yetmeyince komutan: “Arkadaşlar aslında biz hazırlıklı gelmiştik. İsyancılar tüm yiyecekleri kendilerine vermemiz karşılığında sizi bıraktılar. Biz de tüm yiyecekleri onlara verip sizi aldık.” deyince zaten cılız olan isyan söndü gitti. Ali’ye: “Ali şimdi bir tabak dolusu İskender olsa fiyatı da bin dolar olsa alır mısın?” diye sordum. Hiç tereddüt etmeden: “Alırım.” dedi.

Feribot Marmaris Limanına yanaştı. Bizdeki sevinci bir görmeliydin Ahmet amca!”

A.K. :Cüneyt, Sizi getiren feribot limana yanaştığında televizyonlar canlı olarak yayınlamışlardı. Ben de inenler arasında seni aradım. Sen sırt çantanla kameranın önünden geçmiştin çok mutlu olmuştum. Yine yoruldun sanıyorum. Son olarak şantiyedeki Afrika kökenli kadın ve erkek işçilere ne olduğunu öğrenebildiniz mi?

C.G. : Hayır öğrenemedik. Büyük olasılıkla bizim şantiye de yağmalanmış, çoğu öldürülmüş, sağ kalan kadınlar da köle yapılmışlardır.

A.K. : Senin süslü şoförün de ölmüş olabilir. Neyse Cüneyt, istersen Rusya serüvenini anlatman için iki gün sonra yine buluşalım. Ne dersin?”

C.G. : Çok iyi olur. Yine çok yoruldum. Belki beni bu kadar yoran, tekrar o günleri anımsamam olabilir.

KUZEY KUTBUNDA İŞ BAŞI YAPAR…

(Bir hafta sonra)

A.K. : “Mühendis Cüneyt iyi dinlendin mi? Hemen başlayalım mı?

C.G. : “Evet, dinlendim. Başlayalım.”

A.K. :“ Libya’dan döndün bir ay dinlenmiştin. Türkiye’de iş bulmaya karar vermiştin.”

C.G. : “Yıl sanıyorum 2011’di. Bursa’da bir şirketle görüştüm. Verecekleri ücret Türkiye koşullarına göre iyiydi. El sıkıştık. İstedikleri evrakları hazırlarken tanıdığım bir mühendis abi İstanbul’dan aradı; “Rusya’da Salekhart şantiyesinde çalışır mısın?” diye sordu. O kenti ilk kez duydum. Ne tarafında olduğunu bilemiyordum. Uzun uzun beni ikna etmek için uğraştı sonunda ikna oldum ve gitmeyi kabul ettim. Şartlarını sormadım.

El sıkıştığım şirkete gidip, ben işi kabul etmiyorum demeye utandım. Bir yakın arkadaşımdan rica ettim benmişim gibi arayıp telefonla görüştü. Anlayışla karşılamış sağ olsun. Üzerimden büyük bir yük kalktı. İstanbul’a gittim. Gerekli işlemler çabucak yapıldı ve Moskova’ya uçtum.

Moskova havaalanında beni karşılayan şirket elemanıyla -karayoluyla bir hayli yol gittikten sonra- ıssız bir yerde bir otele gittik. Neden Moskova’da yatırıp uçağa bindirmediklerine bir anlam veremedim. Ucuz olsun diye oraya götürmüşler demek ki beni. Issızlık ve otelin perişan hali beni korkuttu, tedirgin etti. Bir türlü uyuyamadım. Sabah saat beşte kaldırıp- yine ucuza uçalım diye- uzaktaki küçük bir hava alanından bir uçağa bindirdiler. Bu şirketi beğenmemeye başladım. Ücreti sormamıştım benimle temasa geçen kişinin içten davranışlarından dolayı. Aylık iki bin dolar ödeneceğini öğrenince moralim iyice bozuldu. Yapacak bir şey yoktu gelmiş bulundum bir kere.

Elli beş bin nüfuslu, Kuzey Kutbuna çok yakın Selekhard’a indim. Yaz mevsimindeydik. Hava sıcaklığı on dokuz, yirmi derece civarındaydı. Çok yorgun ve uykusuzdum. Saat on oldu hala güneş batmadı. Güneşin Türkiye’ye göre daha parlak oluşu ve daha çok aydınlatması dikkatimi çekti. Erkenden yattım. Güneşin batmasını bekliyordum uyumak için. Hava aydınlık olduğundan mıdır nedir bir türlü uyuyamıyordum. Saat bir oldu, iki oldu güneş bir türlü batmıyordu. Biyolojik saatim gece olmasını bekliyordu ama gece olmuyordu. Sonradan öğrendim burada üç, dört ay güneş batmaz, devamlı gündüz olurmuş. Onun ardından da uzun gece dönemi başlarmış. Güneş bir saat falan hafif aydınlatır kaybolurmuş. “Hiç mi normal bir hava beni bulmayacak; güneşin yaktığı çölden, güneşin dört, beş ay doğmadığı bir yere geldim.” diye düşündüm.

Dışarı gezintiye çıktım. Sığırcık sürüsüne benzer uçan şeyler gördüm. Onların iri iri sivrisinekler olduğunu anladım. Ben Türkiye’de öyle iri sivrisinek hiç görmemiştim. Eko sisteme zarar vermemek için ilaçlama yapmazlarmış. Uyurken bir sivrisinek ayak bileğimden ısırmıştı. Kaşındı kaşındı sonunda berbat bir hale geldi. Revirde doktor dedikleri aslında sağlık memuru gibi bir sağlıkçı vardı. Ona gittim. Beş yüz miligramlık antibiyotik vererek tedaviye başladı. Kullandım geçmedi. Her gidişimde dozajı arttırıyordu. Bin iki yüz, bin beş yüz miligrama kadar çıktığını biliyorum. Adam orada bana yüksek dozajlı antibiyotik vererek antibiyotiğe karşı direncimi yükseltmişti. Buraya geldiğimde görüştüğüm doktorum fark etti bu durumu. Şimdi grip olsam bin miligram üzerinde antibiyotik içmeden düzelemiyorum. Bilgisiz adam sağlığıma büyük zarar vermişti. İki ay gündüzden sonra birkaç ay sürecek geceye ve dondurucu soğukların yaşandığı döneme girdik.

Beni Orta Asya’dan gelmiş bir kadın mühendisin yanına verdiler. Onunla İngilizce konuşarak anlaşıyordum. Arkadaş olduk ve aynı konteynırda çalışmaya başladık. Kız arkadaşım haritadan memleketini gösterdi. Altay Dağları’nın kuzeyinde yer alan Barnoul kentinden gelmiş. Çekik gözlüydü ve Türk olabileceğini söyledim kabul etmedi. Onların yaşadıkları bölgenin eski Türk yurdu olduğundan da habersizdi. Ülkelerindeki akarsu isimlerinin Türkçe isimler olduğunu öğrenince çok şaşırdı. Kiril alfabesini gitmeden öğrenmiştim. Kız arkadaşım hem işi hem de Rus dilini öğretti bana.”

A.K. : “Cüneyt orada ne iş yapıyordunuz?”

C.G. : Devlete ve belediyelere konutlar inşa ediyorduk. Kent bataklık üzerine kurulmuştu. O nedenle tüm yapılar kazıklar üzerine yapılır, yerle teması kesilirdi. Bütün binalar bir, bir buçuk metre kazıklar üzerindeydi. Kanalizasyon giderleri, su girişleri, elektrik tesisatları alttaki boşlukta yer alırdı. Bir yönden de iyi oluyordu; binalarda arıza olunca alta girip kısa sürede tamir ediliyordu. Ben bu tür inşaata alışık değildim ve kız arkadaşım ve diğer mühendislerden bilgi alarak çalıştım. Şirket, ciddiyetsiz ve çalışanlarını pek düşünmeyen bir şirketti.

Sürekli gecenin olduğu dönem geldi. Bu sefer de sürekli geceye alışamadım. Uyandığımda güneşi arıyor, bulamıyordum. Hava devamlı bulutlu olduğundan Güneş’i göremiyordum. Gündüz olduğunu dolunay kadar bir aydınlanmadan anlıyordum. O da bir, bir buçuk saat sonra kayboluyordu. Bu duruma da alışmam uzun sürdü.

Bütün binalar çok güzel ısınıyordu ve hep içeride çalışmak, uyumak sıkıcı oluyordu. Kentte kafeler, diskolar, sinemalar vardı ama dil bilmediğim için gidemiyordum.

Bir gün çok sıkıldım ve sinemaya gitmek istedim. Rusça’yı henüz öğrenmemiştim. Orada sinema, tiyatro benzeri yerlere yaşlı, şişman teyzeleri koyuyorlardı. Hatta döner merdivenlerde de yaşlı teyzeler çalışırdı. Biri gelince düğmeye basıp döner merdiveni çalıştırıyor, kimse olmayınca düğmeye basıp durduruyorlardı. Ne güzel işti! Tabi çok az bir ücrete çalışıyorlardı o yaşlı teyzeler. Neyse, sinema gişesinde duran sarışın şişman teyzeye İngilizce sinemaya girmek istediğimi söyledim. Dinledi bir şey anlamadı. Birkaç kez tekrar ettim. O, Rusça, ben İngilizce konuşuyorduk ama bir türlü anlaşamıyorduk. Sonunda kadın kulübesinden çıktı, önüme düştü; beni sinema salonuna götürecek diye sevindim. Gittik gittik çıkış kapısına geldik. Kadın eliyle işaret ederek beni dışarı attı iyi mi? İlk kez dil bilmediğimden dolayı kovulmuştum. Bu olaydan sonra Rusçayı öğrenmeye daha da hız verdim.

BAŞKA ŞİRKETLERLE GÖRÜŞMELERE BAŞLAR…

A.K. : “Hava sıcaklığı kaç dereceye kadar düşüyordu? Soğukla nasıl baş ediyordun?”

C.G. : “Hava eksi elli beş dereceye kadar iniyordu. Şehir içinde meydanlarda elektronik termometreler vardı ve insanlar o termometredeki hava sıcaklığına göre kendilerini ayarlıyorlardı. Hava sıcaklığı eksi elliyi geçince dışarı çıkmıyorlardı. İçeride soğuğu pek fark edemiyordum. Evle ofisler arasında yaşayıp gidiyorduk. Kapalı alanlar iyi ısıtılırdı. Hiç dizim ağrımazdı. Dizlerimde ağrılar başladı.

Kız arkadaşımla dışarıda yürüyüşe çıktık bir gün. Nasıl bir soğuk anlatamam. Ayağımda deri spor ayakkabım, üzerimde kaşe paltom vardı. Önce ayak serçe parmağım ağrımaya başladı. Hareket ettirmek istedim hissetmedim. Ardından diğer parmaklarım, derken kulaklarım ağrımaya başladı. Kulaklarımı elledim hislerini kaybetmişlerdi. Kız arkadaşım astronot gibi giyinirken ben Türkiye’deki soğuk havalardaki gibi giyinmiştim. Hemen dönmeye karar verdim. Konteynıra geldik ağrılar devam etti uzun süre. Biraz daha dışarıda kalsam donacaklardı. Öyle feci bir soğuk var. Fanila falan giymiyordum. Ben de hemen içlikler giymeye başladım. Orada yaşayanlar çok sıkı giyinerek soğukla baş edebiliyorlardı.

Bir lokantaya gittik. Geyik eti istedik. Eti yedim çok sertti. Bir türlü koparamıyor, çiğneyemiyordum. Kokuyordu ve ekşimsi bir tadı vardı. Hiç hoşlanmadım. Onlar ayı eti de yiyorlarmış. Kim bilir geyik eti diye bize ayı eti mi sunmuşlardı ne bilmiyorum.

Altı ayda Rusçayı çok iyi bir şekilde öğrendim. Kısa süre içinde öğrenmemde kız arkadaşımın çok payı vardı.

Şirkette yemekler de iyi değildi. İzinlerimizi de hep şubat ayına denk getiriyorlar maaşlarımızdan kesintiler yapıyorlardı. İyice kafaya koydum başka bir şirkete geçiş yapmak için internetten araştırmaya ve başvurular yapmaya başladım.

Rönesans adlı şirketi övüyorlardı. O şirkete de Rusya’daki iş yerleri için başvurum vardı. O şirketten görüşme talebi geldi. Çok sevindim. Telefonla ve internetle görüşmelerimiz başladı. Sonradan öğrendim beni önceden tanıyan bir mühendis arkadaşım o kadar başvuru arasından benim adımı sisteme düşürmüş. Uzun görüşmeler sonunda beni Ankara’ya çağırdılar. Ankara’ya gittim. Yazılı sınavı kazanmamın ardından İngilizce ve Rusça olarak sıkı bir mülakat sınavından geçtim. “Biz sizi ararız” dediler. Geri döndüm. Çalışmaya devam ettim. Birkaç ay sonra aradılar ve Moskova veya St. Petersburg’dan hangisini istediğimi sordular. St. Petersburg’u istememe rağmen Moskova’da görevlendirdiler.

Çalıştığım şirket yetkilisine ayrılacağımı söyledim. Zaten başvurularımdan haberi vardı. O: “Rönesans’ın koşulları çok iyidir. Beni de alsalar ben de giderim” diyerek sorun yaratmadan çıkışımı verdi. Bir yılın ardından; kısa boylu, yüzleri hep kıpkırmızı, çekik gözlü, Kuzey Kutup insanları Hantiler’in memleketinden ayrıldım. Hantiler demişken; Amerika’daki Eskimolar gibi buzullarda yaşarlar, balık ve geyik etiyle beslenirler Hantiler. Rus hükümeti onların köylerinde kalmaları için yardımlarda bulunurdu. O bölgenin insansız kalmasını istemiyorlardı.

Ve Moskova’dayım!  Şirket, çalışanlarının iyi koşullarda yaşaması için elinden geleni yapıyordu. Üç bin beş yüz dolar maaş dışında bin sekiz yüz dolara kadar kira yarımı da veriyordu. Moskova’nın iyi bir bölgesinden dayalı döşeli bir daire kiraladım. Kirayı maaşımla birlikte ödüyorlardı. Kimi çalışanlar düşük ücretli evlerde kalıp kira yardımından kalan parayı ceplerine atarlarmış diye duyumlar da aldım.

Uzun yıllardır o şirkette çalışan bir mühendisin yanında çalışmaya başladım. Çok sıkı bir çalışma içine girdim. Sonradan öğrendim ki; beni Moskova’daki şantiyede yetiştirip oradan St. Petersburg’a göndereceklermiş.

Moskova’yı da çok sevdim. Selekhard’dan sonra burası benim için cennetti. Hava sıcaklığı normale döndü, gece ve gündüz geri geldi. Sabah Güneş doğuyor, akşam batıyor ve gece yatağıma yatıyor ve uyuyorum. Vücut saatim kısa sürede eski düzenine girdi. İnsan daha ne ister?

Moskova’da bir süre çalıştıktan; daha doğrusu yetiştirildikten sonra St. Petersburg’a gönderildim. Orada da en güzel semtten bir artı bir ev kiralayıp çalışmaya başladım. Büyük bir şirketti ve Rusya’da büyük işler alıyordu. Binlerce çalışanı vardı.

Bir gün Libya iç savaşında fasulye yutarak hayatta kalmaya çalıştığımız, cepleri dolar dolu Ali ile karşılaşmayayım mı? O da bu şirkette çalışıyormuş. Ali kader arkadaşımdı. Kucaklaştık. Hâlâ Ali’yle görüşürüz.”

A.K. : “Kaç yıl çalıştın Rusya’da Cüneyt?

C.G. : “On yıla yakın çalıştım. 2021’de Türkiye’ye döndüm. St.Petersburg da yaşadıklarım ayrı bir yazı konusu olabilir.

A.K. : “Onu da belki başka bir zamanda konuşuruz. İstersen söyleşimizi burada bitirelim. Sevinçli bir haberim var, demiştin söyleşimizin başında merak ettim nedir bu sevinçli haber Cüneyt?”

C.G. : Ülkeye döndükten sonra da internet üzerinden çalışmaya devam ettim. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bir arkadaşım İstanbul’da bir şirket kurmuştu. Bana ortaklık önerdi. Yurt dışı bağlantılarım olduğunu biliyordu. Onunla anlaştık. İş yerine yakın eşyalı bir ev kiraladım. Haftada bir iki gün o evde kalarak çalışıyorum. İşler daha çok internet üzerinden yapılıyor artık. Bursa ve İstanbul arasında gidip geliyorum. Artık yurt dışına gitmeden burada çalışacağım. Güzel haberim buydu Ahmet amca.”

A.K. :Çok sevindim. Başarılar dilerim. Cüneyt, genç yaşında çok şeyler yaşamışsın. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Güzel ve ilginç bir söyleşi oldu. Başka bir söyleşide buluşmak ümidiyle iyi güler dilerim.

C.G. : Bana böyle bir olanak sağladığınız için asıl ben teşekkür ederim. Size sağlıklı günler dilerim. Hoşça kalın!

ahmet.kocak16@hotmail.com

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?