Eğitimci Ahmet Koçak’ın derlediği yazıyı köşe yazarımız Zeki Baştürk gazetemizle paylaştı. Koçak; ”
“Sanattan anlayan adamın biri, bir arkadaşı ile kahvede oturmuş sohbet ederken, çayından bir yudum aldıktan sonra; “geçenlerde bir resim sergisine gittim. Bir resim dikkatimi çekti. Dakikalarca resme baktım, baktım sonunda göz yaşlarımı tutamadım hüngür hüngür ağladım.” Demiş. Onu dinleyen arkadaşının meraklı bakışları arasında sözlerine devam etmiş:
“Senin de başından böyle bir olay geçti mi?”
“Evet bir kere de benim başımdan geçti.” Demiş arkadaşı. Bu duruma çok sevinen adam: “Ee’e, nasıl oldu?” Demiş. Arkadaşı sözlerine devam etmiş: “İşte, ben de senin gibi resim sergisine gitmiştim. Büyükçe bir resme bakarken…” Sanatsever bir insanla karşılaşmanın heyecanı ile sözünü kesmiş heyecanla: “Eee!” demiş. Arkadaşı devam etmiş: “İşte, o büyük resme bakarken resim çerçevesiyle birlikte ayağıma düştü. Hiç unutmam ben de kendimi tutamayıp ağlamıştım.”
Benim şiire ilgim, ayağına büyük çerçeveli resim düşen arkadaş kadardır. “E, madem öyle neden şiir dinletisine gidiyorsun?” Diye sorabilirsiniz. İlkinde dostum Zeki Baştürk’ün davetiyle gittim. Bu kez de ilk yazıma yaptığı yorumda sunucu Hayati Yıldırım Bey, ”Teşekkür ediyor, dinletilerimize her zaman bekliyoruz Ahmet bey.” diye yazınca; o güzel insanları bir daha görmek, dinlemek, bir daha yazmak istediğim için tekrar gittim.
29.01.2022 tarihinde saat 14.00’te yine şiir dinletisindeyim. Ressam Şefik Bursalı Salonu’nda – en arkada- yerimi aldım. Kemancı Feridun Kiviz Bey çoktan yaylarını germiş hazır olmuştu. Hayati Bey, yerine oturmuş büyük bir ciddiyetle; şiir, şarkı söyleyecek olanların adlarını sıraya koymakla meşguldü. Bugün lacileri çekmiş bir de güzel kravat takmıştı.
O davudi sesiyle:
“ilk olarak Nezaket Bilici’den bir şiirle başlayalım mı? Ne dersiniz?” dedi. Bize fikrimizi sorması usuldendi. Desek ki; “hayır biz ilk önce falancanın çıkmasını istiyoruz” bizi hiç dinlemez, kendi istediği şekilde programın sürmesini sağlardı. O nedenle biz sessizce izlemeye devam ettik çaresiz. Nezaket Hanım geçenki programda da ilk çıkan olmanın verdiği deneyim ve özgüvenle sahnede yerini aldı. O şiirini okurken içimden; “teftişler için, başarılı bir öğrenci” diye geçirdim. Müfettiş ya da okul müdürleri denetlemeye geldiklerinde her öğretmen öncelikle en çalışkan öğrencisini tahtaya çıkarır; “Baak! Benim işte böyle başarılı bir öğrencim var” demek ister, puanı da kapardı. Nezaket Hanım güzel şiir okuyor. Şiir okumayı çok sevdiği belliydi. Şiirini okudu ve tahsilata başladı.(on lira masrafları karşılamak için toplanıyor).
Hayati Bey çok ciddi bir sunucu. Bu organizasyonun yöneticisi olduğundan dolayı pek gülmüyor. Onu da matematik öğretmenlerimize benzettim. O, davudi sesiyle programını sunarken tahtaya; “2x.y- 24. 3= 85” yazıp beni tahtaya çıkaracakmış ‘x ve y’ nin değerini bul bakalım Ahmet” diyecekmiş gibi bir his uyandı bende. Birinin arkasına saklandığımı fark ettim. Belki de; “gel bakalım sahneye Ahmet Koçak. Öyle klavye kabadayılığı ile olmaz. Bir şiir de sen oku da görelim bakalım” derse, hafızamda şiir adlarından başka hiç bir şiir yok. Hatta, heyecandan onlar da aklıma gelmeyebilir. İşte o zaman hapı yuttum demektir… Düşünceleri kafamı kurcalarken Hayati Bey, mikrofonun nasıl kullanılması gerektiğini kısaca açıkladıktan sonra “Ben bu gün şiir okumayacağım. Kendime yasak koydum. Şimdi de uzaklardan gelen Orhan Kılıç Beyefendi’den bir şarkı dinleyeceğiz.” Dedi.( İyi iyi beni çağırmadı.)Yavaş adımlarla gitti elindeki dezenfektan sürülmüş kağıt mendil ile mikrofonun başını ova ova sildi. Masasına oturduktan sonra da eline dezenfektan sürüp bir sonraki sunumuna hazırlık yapmaya girişti. Bu hareketi her seferinde tekrarladı. (Kimlerden önce mikrofonu silmeyi unuttuğu bilgisi bende saklı kalsın artık.)
Orhan Bey sahnedeki yerini aldı. Ben olayın ruhuna uygun düşer diye “Şimdi Uzaklardasın” şarkısını bekledim. Onu söylemedi. Şarkısını özene bezene söyledi. Dikkatle dinledim zira; geçenki yazımda kendisini yazmayı unutmuştum. Bu sefer şarkısına jestlerini, mimiklerini de ekleyerek profesyonel şarkıcılara taş çıkarırcasına söyledi. Ne kadar da efendi bir adam!… Zeki Bey’le felsefi konuşmalarına kulak misafiri olmuştum program başlamadan önce. Çok da kültürlü bir beyefendi izlenimi verdi bana.
Sahnede bir tanıdık var. Yazar Mikdat Yıldız komutanım şiir okuyor. O her zaman hazırlıklıdır ve cebinde şiirler doludur. Birini okudu. Güzel de okudu ve alkışı aldı.
Hayati Bey’in görüş alanından çıktığımdan iyice emin olunca rahatladım ve etrafı incelemeye başladım. Geçenki yazımda salonu arşınlayan, hiç yerinde duramayan Metin Bey’i aradı gözlerim. Baktım, kemancının solunda yer alan masada oturuyor, yerinden hiç kalkmıyor. “Yazım etkisini göstermiş, artık gezmiyor” diye düşünüp gülümsedim. Tabii o da yazımdan dolayı salonda gezmekle yerinde oturmak arasında ikircikler içindeydi muhakkak. “Gezmem lazım. Yerimde duramıyorum ama adam yine gelmiş arkada oturuyor. Gezsem yine yazacak. Ne yapsam? Hiç gezmezsem bu sefer de; “gezemiyor bak” diye yazacak. En iyisi ben biraz gezip biraz oturayım.” Diye düşünmüş olmalı ki, başladı yine boğazlı kazağı ile salonda dolaşmaya. Göz göze geldik. Bana kocaman gülümsedi; “Yaz, ben hoş görülüyüm ama yine de insaflı ol birader” der gibiydi gülümserken.
Mahmut Yıldırır Bey çıktı sahneye. “Hep şarkı olmaz ben de bir şiir okuyayım” dedi ve şiirini okudu.
Ardından Erkan Uçanlar beyefendi güzel bir şarkı söyledi.
Selahattin Seymen Bey hep en önde, sahneyi tam gören, çekimi rahat yapacağı yerde yerini almış kayda başlamıştı bile çoktan. Tıkır tıkır işleyen bir düzende program devam ederken sunucu Selahattin Bey’i şarkısını söylemek üzere sahneye davet etti. Kamerasının son ayarlarını yaptıktan, “süz ve resmi güzelleştir” komutunu makineye verdikten ve makinesini en güzel görüntü ayarına getirdikten sonra kameranın karşısında yerini aldı.
E olacak o kadar; ‘önce can, sonra canan’ demiş atalar değil mi efendim? Şarkısına başlamadan salonun solunda bir demet ışık artması olduğu dikkatimi çekti. Ardından ortada, ardından da tüm salonun ışıkları yanmasın mı? Sarı, beyaz ışıklar içinde şarkısını söyledi. Bitirdiğinde Hayati Bey, yönetici olduğundan torpil geçildiğini ima ettikten, hafifçe kendi esprisine gülümsedikten sonra (Bir gün Hayati Bey’i ağız dolusu, kahkahalarla güldürebilecek miyim?) ikinci kez ışıklar içinde şiirini söyleyecek sanatçıyı sahneye davet etti.
Selahattin Bey’in yüzü gözü hürmetine bundan sonra gelen herkes bu ışık bereketi içinde şarkısını ve şiirini okuyacaktı. O sırada ben de hayallere dalmışım;
” Hayati Bey o güzel sesiyle, mikrofonu -ses güzel çıksın diye- dudağına uygun mesafede tutarak beni sahneye davet ediyor , Kemancı Feridun Bey kemanıyla o güne kadar çalmadığı melodilerle beni karşılıyor. Salon müdürü (bizim Zeki Bey’in öğrencisiymiş) Erdinç Ertüzün Bey tüm ışıkları yakıyor ve ben ağır adımlarla sahneye çıkıyorum…”
Hayal burada sona eriyor zira; şiir, şarkı konusunda heybem boş…
Hasan Azkıran sahneye çıktı şiirini sehpaya bırakıp şiirini sakince ezberden okudu ve yerine yine aynı sakinlikte geçti oturdu.
Adı anons edilen Metin Bey, sporcu adımları ve sanatçı edasıyla mikrofonu eline aldı. Yan tuttuğu mikrofonu bir eliyle nazikçe tutarken diğer eliyle de mikrofonun kablosuna mukayyet olarak şarkısını kendinden geçmiş şekilde okudu. Şarkı bitiminde beni aradı gözleri ve gözleriyle dedi ki; “böyle güzel şarkı söylediğimi de yaz yabancı.” Ben de: ”Yazarım dostum” der gibi baktım ona.
Salonu keman sesi ile dolduran Kemancı Feridun Kiviz Bey; “Yahu o kadar keman çalıyorum bir kez bile sahneye beni çağıran olmadı. İzleyenlerden biri keman çalmayı bilse de ben de çıkıp, nihavent makamında bir şarkı söylesem. Şarkı nasıl söylenir bir göstersem” diye düşünüyor muydu bilemiyorum. Bir dahaki gidişimde bunu dile getirmeliyim. Belki, adamın canı çekiyordur şiir okumayı, şarkı söylemeyi…
Gülten Kara Ateş Hanım şiirini okudu. İkinci bölümden önce salondan ayrıldı.
Zeki Bey’in öğrencisi, gururu Hakan Çolakoğlu şarkısını söyledi. Sunucu teşekkür ederek sanatçıyı yerine uğurladı. Yanındaki arkadaşı güzel şarkı söylediği için onu tebrik etti.
Şarkının ardından bir şiir olmalı ve bir şair kendi yazdığı şiirini okumalı. Sunucumuz Ali Günay Bey’ i sahneye çağırdı. O da kendi şiirini okudu.
Programı izlerken İsmet Gür Bey gözlerini bana dikerek bana doğru yaklaştı. Allah kalbimi biliyor ya, “Ahmet Bey geçenki yazını okudum. Çok beğendim. Okuduğumda duygulandım göz yaşlarımı tutamadım. Böyle de güzel yazı olur mu be birader!…” Diyecek sandım.
Yanıma geldi. Kulağıma eğilip; “Dikkat ettum, maskenu hiç çıkarmadun. Ayrıca programdan ayrulmayup sonuna kadar dinledun. Sana çok teşekkür edeyrum.” Dedi gitti. İşte bu dünya böyle bir yer; hayaller ne …
İsmet bey bu kez kısa bir şiir okudu. Sanıyorum geçen programda harcadığı zamanı telafi etmek için kısa bir şiir seçmişti.
Derken sunucumuz hafif gülümseyerek: “Kendime koyduğum yasağı kaldırıyorum. Bir şiir de ben okuyayım”( okuyun tabi) Dedi ve güzel bir şiir okuduktan sonra; “şimdi de müdür beyden bir şarkı dinlemeye ne dersiniz?” dedi. Gözlerim, hayalimde canlandırdığım müdür beyi aradı salonda. Lacivert takım elbise içinde kar beyazı gömlek üzerine takılmış kırmızı kravat ve ceket yaka cebinde kırmızı mendili olan müdür beyi ve yeşil kürkünü aradım bir süre. Tabi ki bulamadım. Derken sahneye; kot pantolon üzerine yelek , yeleğin altından sarkıtılmış gömlek giymiş; genç, güleç yüzlü, yakışıklı Erdinç Bey geldi. Güzel şarkısını dinlerken “amaa! ışıkları kendisi için yakmış olmasın? Selahattin Bey için yakıyormuş görüntüsü altında. Kendisine hazırlıkmış bütün bunlar” düşüncesi geçti aklımdan ama, ne kendisine ne bir başkasına söylemedim. Benimle mezara gider artık. Gerçi varsın olsun; onun yüzü gözü hürmetine sahnemiz ışıl ışıldı bugün. Fena mı?
Aradan sonra sunucunun “Zeynep Hanım da salonumuza teşrif ettiler” anonsu ile haberdar olduk Zeynep Hanım’ın gelişinden. O da benim gibi en arka sıraya oturmuştu.
Bir kaç şiir şarkıdan sonra; “Zeynep Hanım’dan da bir türkü dinleyelim mi?” dedi. O sıra Zeynep Hanım bir tanıdığı ile koyu sohbetteydi. Duymadı. Sunucumuz iki kez daha söyledi. Yine sesini duyuramayınca pes etti ve programa başka birini davet etti. Olmuyorsa olmuyor bazen yapacak bir şey yok…
Programın sonlarına yaklaşırken Hayati Bey yılmadı Zeynep Hanım’ı sahneye yine davet etti. Bu kez duyan Zeynep Sezer Yıldırım, şık kıyafeti ve saz arkadaşı Mümin Aladağ ile sahnede yerlerini aldı. Çok güzel türkü söyledi. Türküsünü dinlerken bir akrabamla karşılaşmış gibi hissettim. Bir daha söyler diye umdum ama söylemedi.
ÇOnlar arkadaki yerlerine dönerken sunucumuz: “ Zeki Baştürk Beyefendi’den dinletimizle ilgili değerlendirmesini alalım mı?” diyerek sahneye davet etti. Kahverengi takım elbise içinde krem rengi gömleği ile Zeki Bey, iki eli yanda dinleti değerlendirmesi yerine ünlü şairlerin yaşantılarından kısa bilgiler vererek bağlantı sağladığı şiirlerini öyle güzel okudu ki, kendimi edebiyat dersinde gibi hissettim. Nazım’dan, Sabahattin Ali’den, Orhan Veli’den, Özdemir Asaf’tan.. öyle güzel şiirler okudu ki hepimiz şiir okuyuşundaki güzelliğe, vurgularına hayran kaldık. Geçen ki yazımda kendimle onu “şiir yazmaktan ve okumaktan anlamayız” diye yazmıştım. Bana inat o şiirleri okuduğunu düşündüm.
Türkü söyleyen Zeynep Hanım ve saz çalan beyin adlarını sorup kağıda not ederken benim de adımı anons etmiş Hayati Bey. Artık ölsem de gam yemem. Adım o salonda yankılanmış ya.. Programın benim açımdan en tatlı yerini kaçırdığımı anonstan sonra anladım.
Yolda Zeki Bey’le otobüs durağına doğru giderken; “Hocam ne kadar güzel şiir okudunuz öyle. Hayran kaldım vallahi!.” Dememe; “Sen yazında şiir okuyamaz yazmıştın da o yüzden okudum. Anladın mı şimdi şiir okumaya ne kadar yatkın olduğumu?” dedi beni mahcup etti.
Eee, adam koskoca edebiyat öğretmeni.
Benimki de iş mi yani? O mahcuplukla durağa yanaşan 35-B’yi 25 B sanıp veda edip hemen otobüse bindim. Bir de baktım otobüs beni Siteler tarafı yerine Fomara’ya doğru götürüyor… Sürçülisan ettiysem affola.” ifadelerini kullandı.